Güzelin Ayrıcalığı


Günümüz gündelik hayatında da, romantik ilişkilerde de insanlar birbirlerini çoğu zaman doğuştan gelen özellikler üzerinden değerlendirir: ırk, ten rengi, yüz hatları, boy, doğuştan engellilik, “ham” fiziksel güzellik. Bu değerlendirmeler çoğu zaman o kadar içselleştirilmiştir ki, fark edilmeden “normal” kabul edilir. Bu makale, böyle bir değer atfetme biçiminin hem irrasyonel hem de etik açıdan sakıncalı olduğunu savunmakta; buna karşılık, kişinin kendi emeği ve bilinçli tercihleriyle kurduğu özellikleri (tarzı, entelektüel/bilişsel birikimi, bedensel emekleri) temel alan bir değerlendirme anlayışını savunmaktadır.

Bu savunma, ahlak ve siyaset felsefesindeki kontrol ilkesi ve şans eşitlikçiliği (luck egalitarianism) tartışmalarıyla, son yıllarda giderek geliştirilmiş olan görünüşçülük (lookism) eleştirilerini bir araya getirir.

1. Normatif Çerçeve: Kontrol İlkesi ve Şans Eşitlikçiliği

Ahlak felsefesinde geniş kabul gören bir sezgi, şu şekilde formüle edilir:

Kontrol İlkesi: Bir kişiyi esas olarak kontrolü altında olan şeyler için övmek ya da kınamak, ona dağıtılan ödül, ceza ve statüyü de mümkün olduğunca bu alan üzerinden belirlemek gerekir.

Bu ilke, örneğin bir insanın doğuştan zekâ düzeyini ya da genetik sağlık durumunu, onun ahlaki değerinin ölçütü saymayı sezgisel olarak problemli görmenin temelinde yatar.

Siyaset felsefesindeki şans eşitlikçiliği yaklaşımı bu sezgiyi sistematikleştirir. Dworkin, Arneson ve Cohen gibi isimlerin geliştirdiği bu çizgide, brute luck (tamamen kontrol dışı şans: hangi ailede doğduğun, genetik özelliklerin vb.) ile option luck (kişi tarafından bilinçle alınan riskler ve seçimlerin sonuçları) ayrımı yapılır.

Şans eşitlikçiliğine göre adalet, insanların brute luck sebebiyle kötü durumda kalmamasını gerektirir; buna karşılık, option luck kapsamında bilinçli tercihlerinin bazı olumsuz sonuçlarına katlanmaları daha kabul edilebilir görülebilir.

Bu makale, bu ayrımı makro (gelir, vergilendirme, sosyal politika) düzeyinden mikro düzeye, yani gündelik sosyal ilişkiler ve romantik tercihlere doğru genişletir:

  • Irk, doğuştan güzellik, boy, ten rengi gibi özellikler brute luck kategorisindedir.
  • Tarz, entelektüel birikim, kendini geliştirme çabası ve belirli ölçülerde bedensel emek (örneğin düzenli spor) ise, en azından kısmen, seçim ve emek alanına aittir.

Dolayısıyla, bir insanı esas olarak brute luck alanına giren özellikleriyle değerlendirmek irrasyonel ve etik dışı; buna karşılık, seçim ve emek alanını merkeze almak rasyonel ve etik açıdan savunulabilir görünmektedir.

2. Görünüşçülük (Lookism) ve Zararları

2.1. Kavram ve ampirik tablo

Lookism, fiziksel görünüme göre ayrımcılık yapmayı ifade eder: “Güzel” sayılan bedenleri sistematik biçimde kayırmak, “çirkin” sayılanları sistematik olarak dezavantajlı konuma itmek. Çalışmalar, çekici görülen kişilerin işe alımda, terfilerde, hatta mahkeme kararlarında dahi avantajlı olduğunu ortaya koymaktadır.

Warhurst ve çalışma arkadaşları, hizmet sektöründe “doğru görünüşe sahip bedenler”in açıkça tercih edildiğini ve bunun istihdam ayrımcılığının yeni bir cephesi haline geldiğini vurgular. Heather Widdows ise Perfect Me: Beauty as an Ethical Ideal adlı kitabında, çağdaş güzellik idealinin sadece estetik bir beğeni değil, giderek etik bir ideal gibi işlediğini; yani insanların kendilerini ve başkalarını “güzellik performansı” üzerinden iyi-kötü, başarılı-başarısız diye yargıladığını savunur.

Bu tablo, fiziksel görünüşün hayatın pek çok alanında derin adaletsizlikler ürettiğini gösterir.

2.2. Mason: “Gündelik görünüşçülüğün nesi yanlış?”

Andrew Mason, “What is wrong with everyday lookism?” başlıklı makalesinde, sadece iş hukuku ve ayrımcılık yasalarında değil, gündelik ilişkilerde görünüşe göre davranmanın yanlışlığını temellendirmeye çalışır.

Mason’a göre, her bireyin kimden hoşlanacağı konusunda belirli bir özgür alanı bulunmalıdır; ne var ki, sürekli ve sistematik biçimde aynı tür bedenleri kayıran tercih örüntüleri, bazı grupların (örneğin toplumsal güzellik normlarının dışında kalanların) özsaygısını zedeler, fırsatlarını kısıtlar ve yapısal adaletsizliklere katkı sunar.

Bu analiz, görünüşe dayalı tercihlerin, sadece “kişisel zevk” değil, aynı zamanda etik ve politik etkileri olan pratikler olduğunu ortaya koyar.

2.3. Spiegel: Epistemik adaletsizlik olarak görünüşçülük

Thomas J. Spiegel, “Lookism as Epistemic Injustice” başlıklı çalışmasında görünüşçülüğü, yalnızca distributif adalet değil, aynı zamanda bir epistemik adaletsizlik biçimi olarak analiz eder.

Spiegel’e göre, fiziksel görünüşe göre insanlar hakkında verdiğimiz hızlı yargılar, çoğu zaman şu tür örüntülere yol açar:

  • Çekici bulunmayan kişilerin sözleri, bilgileri ve tanıklıkları daha az ciddiye alınır.
  • “Tipik olarak çekici olmayan” bir beden, “muhtemelen daha az zeki, daha az yetkin, daha az ilginç” gibi önyargılarla ilişkilendirilir.

Bu durumda, görünüşçülük yalnızca ekonomik ya da sosyal fırsatları değil, kişilerin bilgi taşıyıcısı ve konuşmacı olarak ciddiye alınma haklarını da aşındırır. Bu, kontrol dışı bir özellik üzerinden epistemik statü dağıtmanın hem irrasyonel hem de adil olmayan bir biçimidir.

3. Irk ve Kültür: Tamamen Verili Olan ile Kısmen İnşa Edilen Arasındaki Fark

Irk, bireyin hiçbir biçimde seçemediği; neredeyse tam anlamıyla brute luck alanına ait bir özelliktir. Buna karşılık, kültür daha karmaşık bir yapı arz eder. Kişi, doğduğu toplumun dili, normları ve değerleri içinde büyür; bu açıdan kültürel başlangıç noktası da büyük ölçüde verili görünür.

Bununla birlikte, yetişkinlikte birey:

  • Farklı kültürlerle temas kurabilir,
  • Kendi kültürel mirasını sorgulayabilir, yeniden yorumlayabilir,
  • Okuma, düşünme ve deneyim yoluyla kültürel ufkunu genişletebilir ya da kısıtlayabilir.

Dolayısıyla, kültürel başlangıç noktası büyük ölçüde şansın ürünü iken, kültürüyle ne yaptığı, önemli ölçüde seçim ve emek alanına girer. Bir insanı sırf ırkı sebebiyle kayırmak ya da dışlamak, doğrudan ırkçılıktır; oysa, örneğin kendi kültürel ufkunu bilinçli biçimde genişleten, farklılıkları anlamaya çalışan bir kişiyi bu çabası için takdir etmek, onun seçim ve emeğini temel alan rasyonel bir değerlendirme olarak görülebilir.

Bu ayrım, “kontrol kriteri”nin, ırk-kültür ayrımına nasıl uygulanabileceğini gösterir.

4. Ham Fiziksel Güzellik, Tarz ve Bilişsel Stil

Benzer bir ayrım, güzellik alanında yapılabilir.

  • Ham fiziksel güzellik: yüz hatları, boy uzunluğu, ten rengi, göz rengi, doğal saç yapısı gibi büyük ölçüde genetik faktörlerce belirlenen özelliklerdir. Bunlar, en geniş anlamıyla brute lucktır.
  • Tarz: saç kesimi, giyim, aksesuar, beden dili, kendini sunma biçimi gibi, estetik tercihler ve kimlik inşasıyla ilgili unsurlardır. Burada bilinçli karar, deneme-yanılma ve emek söz konusudur.
  • Bilişsel/entelektüel stil: hangi metinleri okuduğu, dünyayı hangi kavramlarla düşündüğü, neyi dert edindiği, nasıl tartıştığı gibi özellikler de kişinin zaman içinde inşa ettiği bir “zihinsel tarz”ı yansıtır.

Bu çerçevede savunulan ilke şudur:

Birini tarzı ve bilişsel/entelektüel dünyası nedeniyle çekici bulmak rasyonel ve etik olarak meşru olabilir; zira bunlar, kişinin kendini kurma emeğini yansıtır. Buna karşılık, birini sırf ham fiziksel güzelliği nedeniyle kayırmak ya da dışlamak, tıpkı ırka dayalı ayrımcılık gibi, kontrol dışı bir özelliği insani değer dağıtımında belirleyici kıldığı için irrasyonel ve etik dışıdır.

Bu noktada, “güzellikçilik” (beautyism) ile ırkçılık arasındaki analoji belirginleşir: Her iki durumda da, birey nasıl doğduysa öyle olması üzerinden değerlendirilmekte, seçimi ve emeği arka plana itilmektedir.

5. Beden Üzerine Emek: Spor, Bakım ve Ölçülü Olumlama

Çağdaş güzellik kültürü, bedenin neredeyse sınırsız biçimde şekillendirilebilir olduğu düşüncesini yaygınlaştırmıştır: Yeterince çalışılırsa herkes “ideal beden”e yaklaşabilir. Widdows, bu ideali eleştirerek, güzelliğin giderek ahlakî bir yükümlülük gibi kurgulandığını, “güzelliğe yeterince yatırım yapmayanların” neredeyse ahlakî olarak kusurlu sayıldığını öne sürer.

Bu tez, beden üzerine emek ile genetik ve yapısal faktörlerin birbirine karıştığı bir alan yaratır. Bu makale, burada iki katman ayırt etmeyi önerir:

  1. Olumlanabilir katman (emek ve öz-bakım):
    Düzenli spor yapmak, sağlığa dikkat etmek, makul ölçüde bakım göstermek gibi pratikler, disiplin, sorumluluk ve öz-bakım bilinci gibi erdemlerle ilişkilendirilebilir. Bu bakımdan, bir kişinin bedenine gösterdiği istikrarlı özen, onun karakterine dair olumlu bir işaret olarak değerlendirilebilir.

  2. Sakıncalı katman (güzelliği ahlaki üstünlükle özdeşleştirme):
    Buna karşılık, vücut tipi, kas yoğunluğu, cilt pürüzsüzlüğü gibi hâlâ büyük ölçüde genetik ve sosyo-ekonomik koşullarla belirlenen sonuçları, sanki tamamen bireysel irade ve ahlakî başarı ürünüymüş gibi okumak problematiktir. Böyle bir okuma, yeniden brute luck faktörlerini görmezden gelir ve güzelliği “doğal bir aristokrasi”nin simgesi hâline getirir.

Bu nedenle, beden üzerine emek ölçülü biçimde olumlanmalı; ancak bu emek ile karışan genetik avantajlar, ahlakî değerle özdeşleştirilmemelidir. Başka bir deyişle, takdir edilmesi gereken, “görünümün sonucu” değil, o sonuca giden emek ve sorumluluk olmalıdır.

6. Romantik İlişkilerde Etik ve Rasyonalite

Romantik alan, genellikle “tamamen özel” bir alan olarak görülür; burada bireylerin tercihleri, çoğu zaman etik tartışmanın dışında bırakılır. Oysa son yıllarda bu alana yönelik felsefî sorular artmaktadır.

William D’Alessandro, “Is It Bad to Prefer Attractive Partners?” başlıklı makalesinde, romantik veya cinsel partner tercihinde fiziksel çekiciliğe öncelik vermenin ahlaken kötü olup olmadığını tartışır. Toplumun, iş ve eğitim gibi alanlarda görünüş temelli ayrımcılığı yanlış bulma eğiliminde olduğunu; buna karşılık, romantik tercihlerde benzer bir sorgulamanın neredeyse hiç yapılmadığını tespit eder.

D’Alessandro, çekiciliğe dayalı partner tercihinin, özellikle “çekici bulunmayan” bireyleri sistematik biçimde dışladığı ölçüde ahlaken sorunlu olduğunu kabul eder; ancak romantik tercih alanının, devlet ve hukuk düzenlemelerinden daha geniş bir özgürlük alanı olduğunu da vurgular.

Bu makale, bu tartışmayı bir adım ileri götürerek, şunu savunur:

  • Romantik ilişkiler, hukuki politikalardan farklı olarak, elbette zorunlu eşitlik mekanizmalarına tabi tutulamaz.
  • Ancak, kendi etik idealiyle tutarlı olmak isteyen bir birey, romantik tercihlerini de kontrol prensibi açısından sorgulamakla yükümlüdür:
    1. Hoşlanmamanın veya reddetmenin nedeni, gerçekten değer, karakter veya uyumsuzlukla mı ilgilidir,
    2. yoksa yalnızca kontrol dışı fiziksel özelliklere dayalı bir görünüşçülük refleksi midir?

Bu bakış açısı, kimseye “kiminle birlikte olmak zorunda olduğunu” dikte etmez; fakat bireyin, kiminle birlikte olmama nedenlerini de eleştirel biçimde gözden geçirmesi gerektiğini ileri sürer. Biriyle birlikte olmak zorunda değilsiniz; ancak birini sırf doğuştan gelen “kusurları” nedeniyle daha az insan yerine koymanız etik olarak ciddi biçimde sorgulanabilir. Dolayısıyla mesele, yalnızca “kiminle birlikte olduğunuz”dan ibaret değildir; asıl önemli olan, “kiminle birlikte olmamayı hangi gerekçelerle seçtiğiniz” ve bu gerekçeleri kendinize nasıl meşrulaştırdığınızdır.

7. Evrimsel Psikoloji İtirazı: Güzelliğe Dikkat Etmek Rasyonel Değil mi?

Evrimsel psikoloji literatürü, fiziksel çekiciliğin belirli ölçülerde sağlık ve üreme başarısına işaret eden biyolojik sinyaller taşıyabileceğini savunur. Yüz simetrisi, belirli beden oranları ve cilt dokusu gibi unsurların, farklı kültürlerde benzer biçimde çekici bulunmasının bu tür sinyallerle ilişkili olabileceği öne sürülür.

Bu çerçeveden bakıldığında, fiziksel çekiciliğe dikkat etmek “doğal” ve hatta “uyum sağlayıcı” (adaptive) görünebilir. Ancak, açıklayıcı (deskriptif) düzeyde geçerli olan bu tespitler, normatif (değer yüklü) düzeyde bir meşrulaştırma sağlamaz.

Burada iki ayrım önemlidir:

  1. Açıklama vs. haklı çıkarma:
    Evrimsel psikoloji, “neden bazı eğilimlere sahip olduğumuzu” açıklar; fakat “bu eğilimleri ne ölçüde sürdürmemiz gerektiği” sorusunu yanıtlamaz. Saldırganlık, nepotizm veya dış gruba karşı güvensizlik gibi eğilimlerin de evrimsel kökenleri olabilir; buna rağmen, modern etik ve hukuk, bu eğilimleri sınırlamayı ve dönüştürmeyi hedefler.

  2. Değişen çevre ve rasyonalite:
    Atalarımızın yaşadığı yüksek riskli ve bilgi kısıtlı çevrede, bazı fiziksel ipuçlarının sağlık ve uyumluluk açısından göreli bir anlamı olabilirken; modern toplumda sağlık, karakter ve uyum hakkında çok daha zengin bilgi kaynaklarına sahibiz. Uzun vadeli ilişki kalitesine dair rasyonel değerlendirme, artık yalnızca bedensel ipuçlarına dayanmak zorunda değildir.

Dolayısıyla, evrimsel kökenler, bugün yalnızca fiziksel görünüme dayalı partner seçimini rasyonel veya etik kılmaz; bu, en fazla “neden ilk anda böyle hissedildiğini” anlatır. İdeal bir akıl, bu ilk hissin üzerine, karakter, değerler ve emek alanına ilişkin ikinci bir değerlendirme katmanı koymakla yükümlüdür.

8. İdeal İnsan Tasviri: Törpülenmiş Eğilimler

Tüm bu tartışmalar ışığında, “ideal insan” şu üç katmanda betimlenebilir:

  1. Asgari saygı ilkesi:
    Her birey, ırkı, doğuştan fiziksel özellikleri veya engelliliği ne olursa olsun, yalnızca insan olması bakımından aynı temel saygıyı ve ciddiye alınmayı hak eder. Irkçılık, engelli düşmanlığı ve beden aşağılamanın tüm biçimleri bu düzeyde reddedilir.

  2. Değer atfında kontrol kriteri:
    Arkadaşlık, işbirliği ve romantik ilişki gibi daha yakınlık gerektiren alanlarda, bir kişiye ne ölçüde değer verileceği belirlenirken, mümkün olduğunca seçim ve emek alanı merkeze alınır:

    • Karakter ve ahlaki tutum,
    • Entelektüel ve bilişsel dünya,
    • Estetik ve yaşam tarzı tercihleri,
    • Bedenine ve çevresine gösterdiği makul emek ve özen.

    Irk, ham fiziksel güzellik ve doğuştan gelen diğer özellikler, bu değer atfında belirleyici olmamalıdır.

  3. Refleksif öz-eleştiri kapasitesi:
    İdeal özne, kendi ilk tepkilerini sorgular:

      • “Bu kişiyi neden itici buldum?”
      • “Gerçekten karakter çatışması mı var, yoksa yalnızca toplumsal güzellik standartlarının dışında olduğu için mi?”
      • Bu tür sorularla, kendi görünüşçülük eğilimlerini fark etmeye ve törpülemeye çalışır.

Bu tasvir, gerçek insanlardan “tam bir melekleşme” beklemez; fakat yönünü gösterir: İdeal, duygularını tümüyle bastıran değil, kontrol dışı özelliklere dayalı ayrıcalık ve dışlamayı bilinçli olarak azaltmaya çalışan, insanlara esasen seçimleri ve emekleri üzerinden değer vermeye gayret eden bir insan figürüdür.

Sonuç

Bu makale, baştan sona tek bir iddianın etrafında döndü:
İnsanları, esasen seçemedikleri özelliklerine göre değerlendirmek ve onlara değer biçmek, hem irrasyonel hem de etik açıdan savunulamazdır.

Irk, doğuştan gelen fiziksel özellikler, “ham” güzellik, beden yapısı, hatta çoğu durumda sağlık durumu… Bunların tamamı, bireyin hiçbir katkısı olmadan içine doğduğu bir şans konfigürasyonudur. Modern felsefe literatürünün “brute luck” dediği bu alan, bireyin ahlakî statüsünü ya da neyi hak ettiğini belirleyen meşru bir ölçüt olamaz. Buna karşılık, kişinin bilinçli seçimleri ve emekle inşa ettiği yönleri –tarzı, entelektüel ve bilişsel dünyası, karakteri, makul ölçüde bedenine ve ilişkilerine gösterdiği özen– rasyonel ve etik bir değerlendirme için uygun zemini oluşturur.

Şans eşitlikçiliği ve kontrol ilkesi, bu sezgiyi normatif bir çerçeveye oturtur: Bir insana atfedilen değer ve statünün, mümkün olduğunca onun kontrolü altındaki alanlara dayanması gerektiğini savunur. Bu ilke çoğu zaman vergi, gelir dağılımı ve refah politikaları gibi büyük ölçekli tartışmalarda karşımıza çıkar; oysa görünüşçülük literatürünün gösterdiği gibi, asıl sert ve görünmez çatışma, gündelik hayatın küçük sahnelerinde yaşanmaktadır. Göz ucuyla ölçülen bedenler, “tipim değil” denilerek kenara itilen yüzler, “güzel olmadığı” için ciddiye alınmayan sözler, sessizce, küçük dozlarda ama sürekli bir adaletsizlik üretir.

Mason’un “gündelik lookism” eleştirisi, bu küçük dozların toplamının nasıl sistematik bir ayrımcılık oluşturduğunu açığa çıkarır; Spiegel, aynı pratiğin epistemik düzeyde de nasıl bir haksızlık olduğunu gösterir: Çekici bulunmayan bedenlerin, adeta daha az güvenilir, daha az zeki, daha az dinlenmeye değer olduğu varsayılır. Widdows, güzelliğin bir tür ahlakî ideal hâline geldiği çağımızda, bedenin yalnızca estetik değil, ahlakî bir sınav kâğıdı gibi okunmaya başlandığını ileri sürer. Bu tablo, görünüşçülüğün yalnızca “zevk meselesi” olmadığını; derin bir adalet ve saygı krizini gizlediğini ortaya koyar.

Makalenin savunduğu tez, bu eleştiriyi bir adım daha ileri taşır:
Salt fiziksel güzellik üzerinden partner seçmek, “ırkı bana uymuyor” diyerek birini dışlamaktan yapısal olarak o kadar da farklı değildir. Her iki durumda da, kişi, kontrolü dışında verilmiş bir özelliği temel alarak, bir başkasının hayatına girme veya girmeme, onu ciddiye alma veya almama, ona destek olma veya onu yalnız bırakma kararı vermektedir. Başka bir deyişle, seçilmiş olan değil, seçilmiş olamayan konuşmaktadır.

Kușkusuz, insanın ilk anda bedensel çekim hissetmesi, evrimsel psikolojinin açıklayabileceği bir gerçekliktir. Fakat bir eğilimin evrimsel olarak açıklanabilir olması, onu ahlaken onaylamayı gerektirmez. Aynı evrimsel akıl yürütme, saldırganlık, nepotizm veya dış gruba yönelik güvensizlik için de devreye sokulabilir; buna rağmen, çağdaş etik ve hukuk bu eğilimleri sorgular, sınırlamaya çalışır, hatta bastırmayı hedefler. Neden söz konusu fiziksel çekicilik olduğunda, biyolojik köken bir anda ahlaki beraat belgesine dönüşsün?

Burada teklif edilen ideal, duygularından tamamen arınmış, steril bir “üst insan” ideali değildir. Tam tersine, insanın duygularını ciddiye alan, ama onları eleştirel bir süzgeçten geçirmeyi de ahlaki olgunluğun parçası sayan bir figürdür. Bu figür, şu soruları kendine sormayı ilke edinir:

  • “Bu kişiden hoşlanmamamın sebebi gerçekten değer, karakter veya fikri uyuşmazlık mı, yoksa yalnızca yerleşik güzellik normlarına uymayan bir bedenle karşılaşmış olmam mı?”
  • “Birinin yüz hatlarına, boyuna, ten rengine bu kadar anlam yüklerken, aslında kendi düşünme tembelliğimi mi gizliyorum?”
  • “Benim için çekicilik, gerçekten ne kadar seçim ve emek alanına, ne kadar kalıtsal piyangoya dayanıyor?”

Bu soruşturmalar, bireyi kimseyle zorla ilişkiye girmeye zorlamaz; ama kendine karşı dürüst olmayı ve kendi görünüşçülük eğilimini tanıyıp törpülemeyi talep eder. Spor yapan, bedenine makul ölçüde emek veren birinin disiplinini ve öz-bakım bilincini takdir etmek, bu çerçevede anlamlıdır; fakat genetik ve sosyo-ekonomik avantajları görmezden gelerek “güzel beden = iyi insan” eşitlemesini kurmak, yalnızca yeni bir aristokrasinin –“güzellik aristokrasisinin”– teorik kılıfı olur.

Son kertede, bu makalenin önerdiği etik yönelim şudur:
İnsanları, doğdukları bedene değil, kurdukları benliğe göre değerlendirmeye çalışmak.

Bu, kolay bir ödev değildir. Toplumsal normlar, medya görüntüleri, algoritmalarla beslenen estetik standartlar ve evrimsel miras, hep birlikte aksini fısıldar. Yine de, adalet ve saygı adına talep edilen şey tam da budur: Irkçılık, cinsiyetçilik ve engelli düşmanlığıyla mücadele ederken gösterdiğimiz duyarlılığı, daha sessiz ve “normalleştirilmiş” bir ayrımcılık biçimi olan görünüşçülüğe karşı da göstermeye başlamak.

Günün sonunda, insanın önünde şu soru kalır:
Başka insanların kaderine, yalnızca kendi doğuştan getirdiğim zevkler üzerinden hükmetmekle mi yetineceğim; yoksa zevkim ve çekimimin dahi bir etik eğitime tabi olabileceğini kabul eden, daha derin bir insanlık anlayışına mı yöneleceğim?

Eğer adalet, yalnızca mahkeme salonlarında değil, gündelik bakışlarda ve sessiz tercihlerde de aranacaksa; o adaletin en zor, en sarsıcı ama en gerekli cephelerinden biri, tam da burada –kimin yüzüne kaç saniye baktığımızda, kime ikinci bir fırsat tanıdığımızda, kimi baştan “değmez” diye elediğimizde– açılmaktadır. Bu makalenin savunduğu ideal, işte o küçük, ama belirleyici anları ciddiye alan bir ideal: İnsanın bedene değil, emeğe ve seçime kulak veren bir varlık olabileceği ihtimali.

Kaynakça

  • D’Alessandro, W. (2023). Is It Bad to Prefer Attractive Partners? Journal of the American Philosophical Association, 9(2), 335–354.
  • Knight, C. (2013). Luck Egalitarianism. Philosophy Compass, 8(10), 924–934.
  • Mason, A. (2021). What is wrong with everyday lookism? Politics, Philosophy & Economics, 20(3), 315–335.
  • Spiegel, T. J. (2023). Lookism as Epistemic Injustice. Social Epistemology, 37(1), 47–61.
  • Warhurst, C., Van den Broek, D., Hall, R., & Nickson, D. (2009). Lookism: The new frontier of employment discrimination? Journal of Industrial Relations, 51(1), 131–136.
  • Widdows, H. (2018). Perfect Me: Beauty as an Ethical Ideal. Princeton University Press.

Bu yazılar ücretsiz ama emek istiyor. Bir kahveyle destek olabilirsiniz.